Medya bugün sadece evlerde değil cebimizde de taşıdığımız neredeyse her anımızda yanımızdan ayırmadığımız bir modern mektep, dijital öğretmen konumuna gelmiş bulunmakta öyle ki artık medya gelişen son teknolojilerle bizi de izlemektedir.
Modern mitler ve hurafeler medya eliyle ‘hakikate’ dönüştürülmektedir.
Başta sosyal medya bağımlılığı olmak üzere dizi ve reality show tabir edilen evlilik programlarından tutun sağlık ve yemek programları tiryakiliğine kadar medyayı sadece seyirci değil ‘köle’ gibi bir bağlılık ve itaat içerisinde izleyen insanlık manzarasıyla karşı karşıyayız.
Bu tip pespaye programları iddia edildiğinin aksine seyirci talep etmemektedir önüne getirilip konulmaktadır. Örneğin bir zamanlar TV ekranlarında reyting rekorları kıran Televole adında sulu magazin programları yayından kalktıktan sonra şimdi hangi seyirci talep etmektedir? Evlilik programları şu an kaldırılsa emin olun o programları izleyen milyonlardan en ufak tepki çıkmaz önüne getirilen yeni programlar nelerse onu izlemeye devam eder çünkü bizim halkımızda TV’yi kapatma değil mutlaka açık tutarak beğenmese bile en kötü programlardan kendince en az beğenmediğini izleme alışkanlığı vardır.
Batılı değerlerin bireyselleştirme adı altındaki ailesizleştirmeyi sinema ve TV’deki dramatik yapımlarla teşvik ettiğini yeni anlıyoruz. Bilindiği gibi Amerikan sinemasının kahramanları ve karakterlerinde aile hayatı pek yoktur.James Bond’dan Red Kit’e film kahramanlarında bireysellik had safhadadır. Bunu Holivudun ilk aşmaya çalıştığı işlerden birisi Titanic filminin yönetmenliğini sonradan yapacak olan James Cameron’un yönettiği True Lies (1994) ‘Gerçek Yalanlar’ filmidir. Arnold Schwarzenegger’in başrolünü oynadığı bu filmdeki kahramanımız ilk ‘aile sahibi süper kahramanlardan’ birisi olmasına rağmen film konusu itibariyle Arap teröristlerden bahsettiği için Arap aleminde ve Türk basınında Arapları terörist gösterdiği şeklinde olumsuz haberlerle eleştirilmiş ama Türkiye de dahil sinemalarda da gösterime girmiştir.
Batıda veya doğuda insanlar Müslümanlar hakkındaki bilgiyi okul sıralarından değil medyadan öğrenmekte medya ise nerede olumsuz bir örnek varsa onu gündeme taşımaktadır.
Bizde de durum çok farklı değildir.
Örneğin Halide Edip Adıvar’a ait “Vurun Kahpeye” filmi Cumhuriyet tarihi boyunca üç kez filme çekilmiş ve buradaki yobaz, acımasız din adamı tiplemesi hep hafızalarda diri tutulmaya, insanların zihinlerinde “işte din adamı böyledir” imajı oluşturulmaya çalışılmıştır. 2000’li yıllardan sonra İmam karakterleri ve dindar insanlar Ak Parti iktidarının da etkisiyle iyi birer insan olarak ele alınmaya başlanmıştır.
Burada medyanın öğreticiliği ve şiddeti normalize eden davranışları,materyalist zihin dünyası inşa etme gayretlerine baktığımızda özellikle en savunmasız olan okul çağı çocuklarını bu tehlikeden nasıl koruyacağımız sorusu önümüze gelmektedir. Bilindiği gibi 18 Milyonluk öğrencilik kitlesi ve 2 Milyonluk eğitim çalışanları ordusu bizim en büyük ve en önemli ordumuzdur. Yeni Milli Eğitim Bakanımız İsmet Yılmaz’ı ise eğitim ordusunun yeni komutanı olarak zorlu bir süreç beklemektedir çünkü emperyalizme ve nefisperestliğe karşı savaş kazanılırsa bu alanda kaybedilirse de bu alanda kaybedilecektir. Son yıllarda gerek ülkemizde gerekse dünyada sıkça rastlamaya başladığımız okullarda ki şiddet olayları ise herkesi endişelendiriyor. Şiddet gibi her türlü sorunu çözmesi gereken eğitim kurumlarımız ve sistemimiz tam tersi artık sorunun kaynağı haline gelmişse burada ciddi bir analiz ve tedavi yoluna gidilmesi gerekmektedir. Halbuki beyin rahatsız olunca vücudun diğer organlarından yüksek performans beklenemez. Düşünün ki benim gibi bir öğretmen bile Bakanlığa çağrılıp bir bürokratının saldırısına maruz kalıyorsa bu işin çivisi çıkmıştır.
Sadece bizde değil batı dünyası da eğitimdeki çıkmazlarından muzdarip. 1999’da iki öğrenci tarafından gerçekleştirilmiş Columbine Lisesi Katliamını anlatan Gus Van Sant’ın Fil ( Elephant, 2003 Cannes Film Festivali, “Altın Palmiye” ve “En İyi Yönetmen” ödülü) bir İngiliz deyimi olan “Elephant in the room”’dan gelir. Bu deyim, büyük bir problemin görmezden gelinmesi, ötelenmesi anlamına gelmektedir.
Sinemada Quentin Tarantino ile başlayan şiddette estetik akımı ki bu anlayışa bir çok eleştiriler yapılsa da ‘şiddet’ medyada artık bir eğlence unsuru olarak sunulmaya başlandı ve modern dünyanın vazgeçilmez bir gerçekliği zannedilmeye başlandı.
Yukarıda bahsettiğimiz şiddetin estetize edilmesi ve pazarlanması ile egemen değerleri ve ‘yeni gelenekler’i oluşturan batı dünyası bu oluşumda erdemler ve manevi değerlerden daha çok seyirciyi gişede cebine indirecek para kazanma yollarını ön planda tutmuştur. İnsani zaaflardan faydalanan bir drama anlayışıyla haber kurgulamakta, sinema ve dizi yapmaktadır.
ŞİDDET SORUN ÇÖZME YOLU OLARAK VERİLİYOR
Şiddet, film ve TV’lerdeki iyi karakterler aracılığıyla bir sorun çözme biçimi olarak meşrulaştırılmakta hatta normal bir çözüm yolu olarak kanıksanmaktadır.
Peki medyanın şiddeti beslemesini nasıl engelleyebiliriz? Burada okullarımızda seçmeli ders olarak verilen medya eğitimi ya da okur yazarlığı da önem kazanmaktadır. Çünkü şiddeti besleyen ana kaynak medya olarak gözükmektedir.
Öğrenciye medyaya ait her türlü mesajın asıl şekillendiği yerin masa başı olduğu (yazı işleri müdürünün masasından montaj masasına kadar)bu anlamda fictive yani kurgusal olduğu, kişisel menfaatler dahil siyasal ve ekonomik çıkarlara göre dizayn edildiği hatırlatılmalı.
Okul hayatımızda bunu yapamayacak öğrencilerinde var olduğunu biliyoruz ama öğrencilerin doğruyu ve yanlışı vermede daha kolay kazanabileceği bir anahtar verebiliriz bu anahtarda imandır, inançtır.
Medyanın diline baktığımızda insanları şiddete ve menfi harekete yönlendiren asıl sorunun direkt ateizmden değil tüketim kültürünü yayan kapitalist ahlaktan kaynaklandığını söylemek mümkündür. Maneviyata ait olan olguları bile birer tüketim metası hâline getirmeye çalışan materyalist bir ahlaktan sıkça şikayet ediyoruz. Ruhları yakıp kavuran bu nefistperestliğin izalesi imanı kaideleri bilen ve uygulayan toplulukların işbirliğiyle, güç birliğiyle mümkündür.
İDEAL VERİLMEZSE HERKES KENDİNE ÇALIŞIR
Bu anlamda MEB’in İHH’nın ‘Her Sınıfın Yetim Kardeşi Var’ kampanyası ,Hayrat Vakfı’nın Osmanlıca eğitimi gibi STK’larla çok iyi faaliyetlere imza attığını görüyoruz. Yine Kuran ve Peygamberimizle ilgili AGD ve ASİLDER gibi kuruluşların okullarda yaptığı ödüllü yarışmalarda hayra teşvik anlamında önemli organizasyonlar. Bunlar dört duvar arasına sıkışan eğitimi hayatın içerisine dahil eden güzel girişimlerdir. Örneğin biz öğretmenlerden isteyenlere seminer zamanında Osmanlıca öğretilmesi kağıt üstünde dolu ama aslında herkesin bildiği gibi boş geçen seminer günlerimizi dolduracak önemli bir faaliyettir. Keza bu konuda 400 bini aşan üyesiyle yetkili sendika olan Eğitim Bir Sen’in sadece eğitimcilerin değil eğitiminde sorunlarını önceleyen ve başta müfredat olmak üzere eğitimin sorunlarıyla ilgili çalışmalarına kulak vermek bazen Amerikayı yeniden keşfetmekle uğraşmanızı gerektirmeyecek kestirme bir yol açabilir. Bakanlık bürokrasisi ise bazen bu konularda arazideki eğitimcilerin gerisinde kalabilmektedir.
Öğretmenlik hayatımda gördüğüm kadarıyla şiddetten uzak tutmanın en iyi yolu öğrencileri bol bol sosyal aktivitelere dahil etmektir.
İlköğretim öğrencilerini pikniğe götürmek yada hastahane, fabrika, cami gibi ortamlara götürmek önemli izler bırakan faaliyetlerdir.
Nimete ve kendi bedenine sahip olmadığını Malikül mülkün Allah olduğunu, bunların birer imtihan aracı olduğu şuurunu nimeti verene yakınlaştırarak hissettirebiliriz. Nimeti verene ise şöyle yaklaştırabiliriz; Öğrencileri bir sütün paketlenmesine kadar geçen süreci ya da bir ekmeğin yapılış sürecini gözlemlemesi için tarladan, mandıradan başlayarak un ya da süt fabrikasına oradan da fırına ve markete götürdüğümüzde bu kadar emeği ve yaratılış sürecini görmeleri onları Allaha daha da yakınlaştıracak ve nimete saygıyı öğretecektir.
Yine Ensar-Muhacir modeli yapılarak dezavantajlı mahalle okullarıyla avantajlı mahalle okulları arasında kan kardeşliği gibi menfi davranışlar yerine sınıf ve öğrenci kardeşliği tesis edilebilir. Elbette bu organizasyonun yapılma sebebi Hicret olayına dayandırılarak anlatılırsa etkili olur. Çağrı filminde yer alan Mekkeli ve Medineli Müslümanların kardeş ilan edildiği sahne izletildikten sonra müspet bir kardeşlik iklimi tesis edilmiş olur.
ÖĞRENCİ TEST ÖĞRETMEN TEST ÇÖZDÜRME MAKİNASI OLMAMALI
İnsanlara daha insani idealler ve hedefler koymalıyız. Objektiflik adı altında salt bilgiye ve dünyaya odaklanan bir eğitim müfredatı hayatın gerçeklerini inkar üzerine kurulmuş demektir. Örneğin her gün yaşadığımız ölüm ve ötesinden bahsetmeyen bir eğitim sistemi ne kadar gerçekçi ve öğrenciyi hayata hazırlama noktasında ne kadar sahicidir? Hayatın anlamı nedir sorusuna cevap veremeyen hiçbir eğitim sistemi hayatın hiçbir sorununu çözemez. Düşünün Şimdiki Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan başbakan iken Dersim Katliamından bahsederek bu trajediye uğrayanlara devlet adına özür dilediği halde ne İnkilap Tarihi kitaplarında ne de başka ders kitaplarında sanki hiç böyle bir olay olmamışçasına bambaşka bir tarihten bahsediliyor. Çoklu zeka kuramını getiren Gardner dediği gibi bu sefer “ Okul öğrenmeleri bir toz tabakası gibidir. Duvara tosladığında gerçek ortaya çıkar” sözü gerçekleşiyor hatta daha vahimi dışarda öğrendiğini ‘şahsi’ okulda öğrendiğini ‘resmi’ görüşü olarak benimseyen çift kişilikli bireyler yetişiyor.
Kalpte manevi bir yasakçı bırakacak imanın akıllara ve vicdanlara işlenmesi bir çok sorunun üstesinden gelmemizi sağlayacaktır. Eğitimin ve yaşadığımız dünyanın sorunlarını çözmek bu kadar mı basit? Evet basit. Sadece iyi insan olalım ve birbirimizi sevelim yeter. Bununda yolu eğitimi artık kışla düzeninden, dört duvar arasından çıkartıp kalpten kalbe bir yol yapmakla mümkündür.